26 Ocak 2012 Perşembe

GÖKDELENLER VE KABLOLAR....

     İlk yemek sonrası çıktığımız yürüyüş de göze çarpan ilk şeydi bunlar benim için... Henüz sabahını yaşamadığım bu şehir bana kesin olarak bir şeyi vaat ediyordu. 4 mevsim güneşli ülkem de güneşi görmek için başınızı bulunduğunuz herhangi bir mekanın penceresinden uzatmanız yeterli iken burada belli ki bu iş bu kadar kolay olmayacaktı. İklimin de etkisinden olacak ki mantar gibi türemişlerdi bu devasal yapılar her iki adımda bir...
     Lakin anlaşılmaz olan kısım, bu teknolojiye sahip memlekette birilerinin bahçe hatta ormana dönüştürdükleri teras katlarına ağaç... çimen... toprağı, bulutlarda yüzme keyfi için fayans... su.. şezlongu, toprakdan  45 kat yukarı çıkarmayı akıl etmelerine rağmen nasıl olur da şu kabloları sadece -1. kata indirmeyi düşünmedikleriydi. Çevreme baktığımda gördüğüm şey büyük bir bilişim şirketinin SERVER ODASIYDI sanki....


     Kablolardan uzaklaştıkça yok oldular... onların yerini bir iki Chang' ın da etkisi ile bir heyecan aldı... gökdelenler ise karanlıktan nefret edermişcesine el ele vermiş tüm ışıkları ile aydınlatıyorlardı gökyüzünü... evet burası yeni bir dünyaysa bu dünyanın yıldızları onlardı. Favori filmim olan Matrix den çıkma bu sahne içimdeki heyecanı biraz daha arttırdı... eğer bunlar gerçekse... Matrix de öyledi... ve Matrix gerçekse  Trinity'im  o ışıkların arasında biryerlerdeydi.....

  

   
     Sonra sabah oldu... bizler uykudan uyanırken koca cüsseli binalar çok dan dalmışlardı uykularına yeni bir geceye yetecek enerjilerini depolamak için... Evden çıkıp ofise giderken ki 500 metrede gördüğüm tüm kaldırımları kaplamış kahvaltı hazırlıkları,  345 çekik gözlü bayan, kışa girmeye hazırlanan bedenimi şok eden dilinlenmiş karpuz satıcısı uykumu açmaya yetmemişdi... taki, ben kendimi bildim bileli evimizin demirbaşı olan Singer dikiş makinesinden bir tanede kaldırımın üzerinde gördükten, hayretler içinde makineye bakarken ve onun orada yani bu kadar binanın arasında bu teknolojiye ve yıllara inat ne aradığına düşünürken gülümseyen yüzüyle bana bakan terzi ablayı  görene kadar..... 

19 Ocak 2012 Perşembe





THAILAND' DA ILK YEMEK......

     Siz yemeğin Thailand da olduguna bakmayın.... ilk günün menüsü 43 ayrı ülke mutfağından yemekler sunan bir alışveriş merkezinin 7. ci katında idi... girişte elimize tutusturdukları kartların ne işe yaradığını anlamak için insanları izlememizin ise kelimeler ile anlatılacak bir tarafı yoktu...      
    Antalya da kale içinde sağa sola salak salak bakınan , maraş dodndurmacısının vazgeçilmez şakalarına maruz kalan, önünden geçtiği restorantın garsonunun sadece öpmediği turisten hiçbir farkımızın olmadığına inandım o an... yani 3-5 kişi zıplasa zıplamaya... birileri soyunsa soyunmaya hazır bir çaresizliğim vardı.... ama aklımda ise bir dilim ekmeğin karşı konulmaz gevrekliği.
    Seçebileceğiniz herhangi bir menünün daha önceden bir portatifini yapmış ve üzerini ( inanın nasıl yazıldığın bilmiyorum ve google a  soracak kadar da ayık değilim ) SİTREÇ FİLM  [ :-)) ] ile kaplamışlardı... yani siz aslında bir nevi  maketini gördüğünüz bir yemeğinin gerçek ve sıcak olanını ısmarlamaktaydınız.. ve bizde doğal olarak mutfağın hangi ülkeye ait olmasından daha çok hangi tabağın bizimkilerine daha çok benzediğinin üzerinden bir seçim yaptık.. şansımıza ÇİN çıktı.....
     1- o gördünüz et parçacıkları ( ki 17 kez sorularak pork oladığına emin olunmustur ) tuzlu değil tatlıdır.... ayrıca bu konuda bilgilendirileceksiniz ;-)
     2- o gördüğünüz masada bıçak yoktur ki uzun bir süre daha göremeyeceksiniz....
     3- o gördüğünüz domates parçası ( 1 adet ) marketteki en pahalı sebzelerden biridir....
     4- o gördüğünüz pilav... pardon prinç... pilav değildir...
     5- o gördüğünüz kase ve çorbadır.. ki ben hala buna inanmamaktayım...
     6- ama o gördüğünüz şey Shinga dır ki içinde bildiğimiz alkol vardır ;-)
   

18 Ocak 2012 Çarşamba

LAND OF SMILE 

     İlk bakışta ukalaca gelen bu cümlenin aslında evrim teorisini açıklarcasına kendi kendine geliştiğine ve ya bu insanların değil de bu topraklara  gelen yabancıların bu ismi taktığını düşünmemek içten değil. Gülümsemenin genlerine işlediği bir ırk düşünün.... Yani Thai’lileri düşünün.
     Sadece havaalanı karşılaşması ile son bulmamıştı gülümseyen insanlar zinciri. Havaalanın dışında yani Thailand da yakılan ilk sigaramızı yanlış yerde içtiğimizi bize söylerken kocaman bir gülümseme vardı ( sanki 4 savaş kazanmışcasına yıldızlarla ve çelenklerle bezenmiş üniformasının altında ki) güvenlik görevlisinin. Biz ‘sorry’ deyip doğru alana doğru ilerlerken ise bir şeyin farkında  değildik, bu sorry bizim azımızdan çıktığı şekilde birdaha asla geri gelmeyecekti kulağımıza. Çok uzattım galiba ‘ Soliy my friends ‘ ;-)
     30 derece sıcaklıkta araba kullanan miniMİNİbüs  şöförü de bu gülümseme zincirinde çoktan yerini almıştı. Ofis deki sekreter ( Naam ) , ilk kez gördüğümüz iş arkadaşlarımız ve sağlık kontrolü için gittiğimiz doktor hemşire vs. hepsi bu besin yani gülümseme zincirinin bir parçasıydılar. Ama kötü seneryolar yazmak için geliştirilmiş ve bu işin içinde kesin bir bit yeniği var atasözleri ile bezenmiş kültürümüz insanın aklında bir soru işareti yaratmak da geç kalmıyordu.
     Kısa boylu bir ırk olduklarını sadece gördüğünüz kısa boylu Thai li dostlarımdan değil, hastenede ki 1935 den kalma boy ve kilo ölçmeye yarayan ve maximum uzunluğu 1.80 olan aletten anlamıştım. Ki aynı muayene sırasında biz oturmadan oturmayan Thai li iş arkadaşımız ‘saygı’ takıntılarını, ofise çıkmak için bindiğimiz kocaman asansörde ki ( bu arada ofisimiz 25 katlı bir binanın 12. katında bulunmaktaydı ki bu benim ilk gökdelen kıvamında tecrübem oldu )  for 20 person only 1350 kg yazısı da ilk gün için kafamız da ortalama Thai li insan  modelini oluşturmaya başlamıştı.
     Çok küçük evlerde yaşadığını internetten yaptığımız araştırmalarda öğrendiğimiz Thai li insanlar, yabancıların kaldıkları binaların ve dairelerin yapımında fazlasıyla eli bol davranmışlardı. Yaklaşık 270 m2 olan evimize bavullarımızı bırakıp ilk akşam yemeğimiz için kendimizi sokağa atmıştık bile.

tabiki devam edecek...

13 Ocak 2012 Cuma

YENİ DÜNYA.......

     Evet evet, kesinlikle yeni bir dünya. Başka bir kıta, başka bir şehir ya da başka bir kültür değil. Bu başka bir dünya. Hani klasik bir tanım vardır ya... '' bildiğiniz her şeyi unutun ''..... unuttum !!!
     Tüm heyecanlı bekleyiş 8-9 saat süren bir uçak yolculuğundan sonra son bulmak üzereydi... tamamen griye boyanmış bir denizin üzerinden alçalırken THY uçağı... Hiç tanımadığım insanlar için hiç inanmadığım bir tanrıya dua etmeme neden olan sular altındaki şehir, kendini yavaş yavaş göstermeye başladı bana.... ama o şehir ki bana gösterecek daha çok şeyler saklar gibiydi o bulanık suların altında....
      Sonra birden duruldu sular..... renk griden gök kuşağına çaldı... bulutlar büyük bir derbi de hüsrana uğramış ev sahibi taraftarları gibi dağılmaya başladı etrafta sessiz sedasız..... Musa yaşasa hani, asasını çoktan baslamıştı vurmaya sağa sola... Ama ne Musa vardı... ne asa.... ne de bu anı sizin için ölümsüzleştirebilecek 
gişede 5 milyon seyredilmiş bir filmden çıkma mucize kırıntısı.... 
      Evet çekik gözlüydüler.... ama çekingen değildiler.... bir kuş gibi şakıdılar....... ama bir kuş gibi ürkek değildiler.... 9 saat boyunca türk olmalarına rağmen her servis sırasında seninde türk olduğunu bilmesine karşın inatla ' excuse me ' diye başlayan bir cümle kurma isteğiyle yanıp tutuşan hostes ablalarına özenmeden.... yani 'welcome' demeyi bilselerde.... bildikleri ve inandıkları başka birşey olduğundan... ellerini bir saygı ifadesi olarak göğüslerinin üzerinde birleştirerek..............

SAAWAD DEE KAA.........